Okullarda peş peşe şiddet olayları: Eğitimin son çığlığı

Posted by

Okullarda üst üste yaşanan şiddet olayları ve son olarak İstanbul’da bir okul müdürünün öğrencisi tarafından öldürülmesi ‘Öğretmene şiddet’ meselesini yeniden gündeme getirdi. Muhalif yazarı Sadık Çelik de konuyla ilgili bir yazı kaleme aldı.

Sadık Çelik’in yazısı şöyle:

“7 Mayıs’ta Eyüpsultan’da yaşanan trajedi, yalnızca bir öğretmenin yaşamını yitirmesi değil, eğitim sistemimizin, toplumsal yapımızın ve değerlerimizin çöküşü, insanlığımızın can vermesidir aynı zamanda. Ülkemizdeki göçmen sorununun ne kadar büyük ve tehlikeli olduğunun, geleceğimizi nasıl tehdit ettiğinin… Dili, toplumu, sosyolojisi, aklı, fikri, medeniyet düzeyi ve eğitimi bizden farklı olan bunca göçmeni sınırlarımızdan kaçak yollarla içeri almanın yol açacağı büyük toplumsal ve demografik sorunların artık kapıda beklemediğinin, içeri girmiş olduğunun göstergesidir. Her gün yabancı asıllı bir göçmenin zanlısı olduğu yeni bir olayla karşılaştığımızın, karşılaşacağımızın işaretidir. Sınırlarımızdan ellerini kollarını sallayarak geçen Suriyeliler, Afganlar, Afrikalılar ve diğerleri, en başta 100 yıllık Cumhuriyet birikimimize ortak oluyorlar. Yollarımıza, köprülerimize, eğitim sistemimize, sağlık hizmetlerimize… 100 yıllık Cumhuriyet ile de sınırlı değil; tarihi, Tanzimat’a, ıslahat hareketlerine kadar dayanan aydınlanma dönemimize ait bir mirasa, tarihimiz boyunca biriktirdiğimiz değerlere, hiçbir bedel ödemeden ortak oluyorlar. Kazancımıza, kaynaklarımıza, kültürel ve sosyal mirasımıza ortak ettiğimiz bu insanlar, bir yandan da mevcut düzenimizi, sosyal yapımızı, toplumsal bütünlüğümüzü, iç huzurumuzu ve geleceğimizi tehdit ediyor, yaralıyorlar. Bazıları 250 bin dolar karşılığında resmi olarak vatandaşlık alırken, çoğunluk, “kaçak”, “sığınmacı”, “mülteci” gibi şemsiyeler altında toplumun dokusuna sessizce karışıyor. Bu kişiler, maddi bir karşılık gerekmeden, ülkemizin sunduğu imkanlara ve birikimlere erişiyorlar, bu da uzun vadede ciddi toplumsal sorunlara zemin hazırlıyor. Göçmenler gönderilmeli diyenleri ırkçı, faşist olarak yaftalıyoruz da geleceğimiz ve itibarımız için canımız pahasına öğretmenlerimize sahip çıktığımız zamanlardan, öğretmenlerimizin can güvenliğinin yabancı uyruklu göçmenlerin merhametine kaldığı zamanlara gelmek nasıl bir acıdır, bunu düşünmüyoruz. Irak asıllı Y.K.’nın disiplin suçlarıyla dolu geçmişi, hiçbir yerde barınamayıp 1 yılda 3 okul değiştirmesi, bu çürümüşlüğün sadece görünen yüzü. Görünmeyen yüzünde ise eğitim sisteminin, toplumsal ahlakın, insanlık değerlerinin çöküşü var.

GEÇMİŞTEN BUGÜNE ÖĞRETMEN

Bizim çocukluğumuzda ilkokulu bitirmek bile büyük bir başarıydı. Müfredat, içerik ve hocaların kalitesi yüksekti. 1960’lı yılların başlarında Artvin/Şavşatlı Hüseyin Keskin isminde çok değerli bir ilkokul öğretmenim vardı benim, Köy Enstitüleri’nden gelme, ışıklar içinde yatsın. Onun yanı sıra, hafızamızda derin izler bırakan bir diğer öğretmenimiz ise Hakkı Aydın Hoca’ydı. O da Köy Enstitülü bir başka kıymetli öğretmenimizdi. Sivas’ın Divriği ilçesine bağlı Sincan Köyü’nden gelen, bilgeliği ve şefkatiyle bizleri büyüten bir isimdi, nurlar içinde uyusun. Her ikisi de, bilgiyle donanmış, hayatı öğreten ve bize yaşam boyu taşıyacağımız değerleri veren öğretmenlerdi. Bize ilkokul sıralarından itibaren dünya klasiklerini okutmuş, sadece müfredatta yazanları değil, hayatın ta kendisini öğretmek için çabalamışlardı. “Göz odur ki dağın arkasını göre, akıl odur ki başa geleceği bile” inancı rehberliğinde şekillendirmişlerdi, yaşken kolayca eğilen ruhlarımızı. Filozofları tanır, doğayı anlar, insanı bilirdik. Ağaç dikmeyi, arıcılığı, hatta ipek böcekçiliğini öğrenirdik. O hocalar en kıymetlilerimizdi, bize insan olmayı, saygıyı, çalışmayı, emek vermeyi öğretirlerdi. Okulumuz köyün dışındaydı. Öğretmen lojmanı da dışarıdaydı. Hoca köye gelecek dendiğinde biz çocuklar, hoca bizi ortalıklarda boş görmesin diye oyunlarımızı bırakıp çil yavrusu gibi dağılırdık. Bizi boş boş oyun oynarken ya da ortalıkta dolaşırken görmesin diye. Çünkü “bir işe yaramalı”, daima faydalı işlerle meşgul olmalıydık. Hocamız bizim için öyle kıymetliydi ki… Örnek alınması gereken de oydu, sözü dinlenmesi gereken de, yeri geldiğinde imrenilmesi gereken de. En güzel giysileri onlar giyer, en güzel yemekleri onlar yerdi. Aydınlık geleceğin mimarlarıydı onlar, kolay iş mi? Bugün ise bakıyoruz, öğretmenler geçim derdinde, ikinci bir iş bulma derdinde… Kirasını veremeyen, hayat pahalılığı yüzünden büyükşehirlerden mümkün mertebe kaçan, kaçamasa da şehrin en dış çeperlerinde ev arayan öğretmenler, hatta profesörler… En olmayacak işlere imza atan müdürlerin aman beni yakmasın diye, öğrencilikten fersah fersah uzak gençlerin başımı belaya sokmasın diye, karşısında durmaktan kaçınan, çalıyı yan dolaşma, kendine, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” zırhının arkasında yer bulma peşinde olan öğretmenlerimiz… Marx da böyle düşünmemiş miydi aslında… Özellikle kapitalist toplumlarda, bireylerin yabancılaşma yaşadığını ve bunun toplumsal bilinç ve davranışlar üzerinde derin etkileri olduğunu… Yabancılaşma, insanların kendi emeklerinden, ürünlerinden, diğer insanlardan ve kendi insan doğalarından kopması anlamına gelir. Bu yabancılaşma, bireylerin toplumsal sorunlara duyarsızlaşmasına ve kendi kişisel çıkarlarını ön planda tutmasına yol açabilir. “Bana ne”, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” gibi tutumlara yönelmesine neden olabilir. Kendi emekleri üzerinde kontrol sahibi olmadıkları ve kendilerini anlamlı, değerli göremedikleri için toplumsal sorunlara karşı ilgisiz hale gelen bireyler… Yine Marx’a göre, tarih boyunca egemen sınıf, ekonomik gücünü siyasi iktidara dönüştürmüştür. Bu, feodal beylerden kapitalist burjuvaziye kadar uzanan bir süreçtir. Egemen sınıfın ideolojisi toplumun genel bilincini şekillendirir. Toplumlarda, bireysel çıkarların ön plana çıkması ve kolektif hareketlerin zayıflaması, egemen ideolojinin bir neticesidir. Bu ideoloji, bireyleri toplumsal sorunlara karşı duyarsız hale getirebilir ve kişisel çıkarlarını ön planda tutmalarına neden olabilir. Tüm bunlar neticesinde elbette, yabacısıyla yerlisiyle, öğretmenine saygı duymayan, ondan alacak pek de bir şeyi olmadığına inanan koca bir nesil ortaya çıkıyor. Terlemeden, zorlanmadan sınıf geçmeyi bekleyen, beleşe alışan ve alıştırılan, iteleyerek sözde okutulan… Eskiden, ana-babalar çocuklarını öğretmenlere emanet ederken “Eti senin, kemiği benim,” derlerdi. Bu örneği şiddeti savunduğumuz için vermiyoruz; öğretmenlere ne kadar derin bir güven duyulduğunu vurgulamak için söylüyoruz. Yeter ki çocuk okusun, adam olsun diye… Bugün ise bırakın “Eti senin, kemiği benim” demeyi, öğretmenleri uçan tekmelerle, yumruklarla dövüyorlar, öldürüyorlar. Anne-babalar okulları basıp terör estiriyor. Üstüne üstlük bir de öğretmen veya doktor dövdüğü için kendisiyle gurur duyabiliyor insanlar. Tam bir akıl tutulması… Eğitim sistemi bitmiş durumda. Sürekli değişen müfredatlar, politikalar… Eğitimi iyileştirmek yerine daha da karmaşık hale getiriyor. Televizyon programları bile insanları değersizleştirmek üzerine kurgulanmış gibi. Birbirinden absürt programlarla dolu. Sokakta insanlar karnını doyuramıyor, yemek programlarında ne olduğunu bilmediğimiz tarifler eşliğinde insanların birbirini aşağılamasını seyrediyoruz. Aşağılama, insanı kıymetsizleştirme, hor görme, her yerde. Yukarıdan aşağıya, her yerde! Bizler için hocalarımız kendilerini neredeyse parçalarlardı ama okuyamayan da okumazdı. Şimdi herkese bir şekilde okulu bitirtiyorlar ama durum ortada. Eğitimdeki standartlar ve kalite o kadar düştü, kalburun delikleri o kadar daraltıldı ki, herkes kalburun üstünde kalıyor. Etraf “apartman üniversitesi” ya da “avm üniversitesi” mezunlarıyla dolup taşıyor. Elenen yok. Peki ama bu durum, hayati öneme sahip meslek gruplarını nasıl etkiliyor? Doktorluk, mühendislik ve öğretmenlik gibi kritik rolleri üstlenmeye namzet olanların, nitelikli eğitimden mahrum kalarak, yetiştirilmeleri mümkün müdür? Yüzeydeki başarı ilüzyonu, toplumumuz için gerçekte ne anlama geliyor? Tüm bu sorunlar yığını arasında, haylaz, işe yaramaz, hatta katil gençlerin varlığı şaşırtıcı mı?

KENDİ KENDİNE YETEBİLMENİN KIYMETİNİ BİLEMEDİK

Dünyada bir başöğretmen tarafından kurulan tek ülkeyiz. İlk günden itibaren ülkenin kalkınmasının, toplumsal sıhhatin ilk ve kaçınılmaz olarak eğitimden geçtiğine inanan bir ülke. Şimdi ise geleceğimizi emanet ettiğimiz öğretmenleri öldürüyoruz. En iyi ihtimalle onları değersizleştiriyoruz. Tıpkı hayatımızı emanet ettiğimiz sağlık çalışanları gibi… Varlığımızı, ilerlememizi emanet ettiğimiz gerçek bilim insanlarımız gibi. Cumhuriyetin 100. yılında aynı bedbaht kaderi paylaşıyor hepsi! Tarımda kendimize yeten bir ülkeydik eskiden. Şimdi ise ne tarım ne de insan dokusu olarak kendimize yetebiliyoruz. Bu durum özellikle toplumun alt gelir gruplarını oluşturan büyük bir kesimi doğrudan etkiliyor. Halkın yaklaşık yüzde 80’i sağlıklı gıdaya ve ete ulaşamıyor. Et fiyatları adeta ateş pahası, el yakıyor. İngiltere, Almanya ve Fransa’dan daha pahalı et tüketiyoruz; fiyatlar oralardakinin 2-3 katına çıkabiliyor. Örneğin, Londra’da bir markette dana kuşbaşı etin kilosu 6 ila 10 Euro arasında değişirken, Türkiye’de aynı kalitedeki etler minimum 600 liradan başlıyor. Sebze ve meyve fiyatları da benzer şekilde yüksek. Bunun temel nedenlerinden biri, tarım ve hayvancılıkla uğraşacak, bu işlerin inceliklerini bilen insan kumaşımızın giderek azalması. Bu alandaki hafızamızı yitirdik ve bu da toplum olarak gıda güvenliğimizi doğrudan tehdit eder bir hale geldi. Çobanımızı bile Afganlar arasından bulmaya çalışıyoruz. Suriyelisi, Bangladeşlisi, Afrikalısı… İşte, Iraklı öğrencinin yaptıkları ortada. Profesör maaşı veriyoruz, yine de bulamıyoruz çobanımızı. Sadece çobanlık mı? Teknisyenlik, tamircilik, servisçilik, kalfalık, ustalık, demircilik, tornacılık, motor ustalığı… Bunların hepsi kayboluyor. Çırak gelmiyor, herkes “üniversite mezunuyuz” diyor ama nitelik yok. Baştan sona çöküşün tarifi! Bu çöküş sadece bir alana özgü değil; eğitim sistemimizde meslek sahibi gençler yetiştiremiyoruz. Herkes liselere, özellikle de imam hatip liselerine yöneliyor, yönlendiriliyor; meslek liseleri ise yeterince önemsenmiyor ve sayıları az. Meslek liseleri maalesef bir anlamda İmam hatip liselerine kurban ediliyor. İmam hatip mezunları daha el üstünde tutulurken, meslek okullarına giden gençler daha az değerli görülüyor, daha düşük gelir olanaklarına mahkum kalacakları düşüncesiyle, gençler ve aileleri bu okullardan uzak duruyor. Ancak, demircilik, tornacılık, tesviyecilik, elektrikçilik, otomotiv tamirciliği ve sıhhi tesisatçılık gibi alanlarda gençlerimizi yetiştirmemiz şart. Bu meslek dallarını cazip hale getirmeli ve meslek okullarının imam hatip liseleriyle yarıştırılmaması gerektiğini anlamalıyız. Ancak, gerçekten ülkemizin ihtiyaç duyduğu mesleklerde nitelikli gençler yetiştiremiyoruz. Bu, sadece bir eğitim meselesi değil, aynı zamanda ulusal bir sürdürülebilirlik meselesidir. Ülkede yeterince imam hatip mezunu genç var ve bu gençler kamuda yeterince el üstünde tutuluyor. İmam hatip okulları daha avantajlı şekilde yüksek okullara, üniversitelere gitme haklarına sahipken, meslek lisesi mezunları üniversiteye geçişte barajlar ve diğer zorluklarla karşılaşıyor. Bu, onların üniversiteye gitme şanslarını zorlaştırıyor. Bu yüzden çoğu öğrenci, “İmam hatiplerden istediğimiz üniversiteye gidebiliriz” düşüncesiyle meslek liselerine yönelmiyor. Aileler de bu eğilimi destekliyor. Sonuçta gerçekten ülkemizin ihtiyaç duyduğu mesleklerde nitelikli gençler yetiştiremiyoruz. Bu durum sadece bir eğitim meselesi değil, aynı zamanda ulusal bir sürdürülebilirlik meselesidir.

GELİNEN NOKTADA…

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren en saygın mesleklerden biri olan öğretmenlik değerini uzun zamandır, büyük bir hızla yitiriyor. Sapla saman birbirine karışmış durumda. Peki, bu karmaşada sap nasıl samandan ayrılacak? Buğday nasıl çıkarılacak, un nasıl olacak, ekmek nasıl pişirilecek, aş nasıl sofraya gelecek? İşte Türkiye’nin eğitim manzarasının özeti. Her şey iç içe geçmiş, çözüm yolu ise bir labirente dönüşmüş durumda. Eğitimde böylesi bir çöküş, toplumun tüm damarlarına sirayet eder. Öğretmenlerin itibarsızlaştırıldığı, eğitimin değersizleştirildiği bir toplumdan ne tür bir gelecek bekleyebiliriz ki? İbrahim Oktugan’ın anısı, bize bu soruyu her gün sormalı. Bir ülkenin çöküşü sadece savaş meydanlarında mağlup edilerek, değil, okullarda, eğitimin çöküşüyle de başlar. Eğitimdeki çürüme bir ulusu, en az savaşın yıkıcı etkileri kadar kemirip eritebilir. Ve bu çürüme, Cumhuriyet’in ve Cumhuriyet devrimlerinin mimarı kadrolar tarafından kurulan bir ana muhalefet partisinin genel başkanlığına seçilen kişi tarafından cübbeli hocaların ziyaret edilmesiyle değil, eğitimin temeline, kök sisteme, toplumu ayakta tutan değerlere sahip çıkarak durdurulabilir. Öğretmenlerin değerini bilmediğimiz, eğitimi ikinci plana attığımız sürece, hiçbir reform bizi kurtaramaz.”

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir